1
Otonomi Üzerine Değiniler1
Özgür Narin
"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de
kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz
vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da öteki yana - sözün kısası, şimdikine
öylesine yakın bir dönemdi ki..." (Charles Dickens, 1859, İki Şehrin Hikayesi)
Gerçekten de zaman, geleceğin filizlerini de, bataklığını da üretiyor. Bugün de zaman, bir
yanda Tekel'den Gezi'ye, Güney Amerika'dan, Arap isyanlarına, grev, işgal ve
özyönetimlerden, dayanışma ekonomilerine, kadın mücadelelerinden, komünlere kantonlara
geleceğin toplumunun filizlerini barındırırken, diğer yanda sermayenin "otoriterlik" etiketi
altındaki dikta ve barbarlığını, mezhep, kabile savaşları biçimindeki paylaşım savaşlarını,
göçleri, yoksulların birbirine kıydırılmasını, kör terörü, piyasa uğruna doğa talanını yaşatıyor.
Bu yazı, kapitalizmin yıkıcı etkisine karşı ortaya çıkan dayanışma ekonomilerine, özyönetim,
özörgütlenme deneyimlerine, ama özellikle alternatif mücadele biçimi olarak otonom (özerk)
hareketlere yoğunlaşıyor. Elbette bunları tartışırken, zamanların bu iyi yönlerinin, geleceğin
tomurcuklarının bıçak sırtı gibi sınırlarını çizdiği diğer karanlık yönü, zamanların en kötüsünü
gözden çıkarmamak gerek; ama yazı her ne kadar hızla ve dehşetle bu yöne doğru
sürüklensek de bunu ele almayacak. Ancak son çeyrek yüzyıldır kapitalizmin siyasal ve
ekonomik krizlerinin bizi getirdiği bu karanlık noktaları hatırlatmak nedensiz değil.
Devletten, hiyerarşiden ve sermayeden özerk olma iddiasındaki hareketlerin sınırlarını
belirleyen, geç kapitalizmin bu barbarlık seçeneğinin beliren yüzleri. Tam da böyle bir
dönemde, parlak biçimde dünyaya yayıldıktan çeyrek yüzyıl sonra, müşterekler, Otonom
hareketler önemli bir kırılma yaşıyorlar. Yazı bu kırılmayı ele alıyor. Devletten özerk olmak,
hiyerarşiden özerk olmak mıdır? Sermayeden özerk olmak mıdır? Sermaye ilişkisini ortadan
kaldırmadan, toplumsal üretimi bütüncül olarak yeniden örgütlemeyi, gündelik yaşamda
özörgütlenme ile birleştirmeden bu özerklik mümkün müdür? Yanıtımız olanaklı olmayacağı
yönünde. Hatta diyebiliriz ki, böyle bir küresel toplumsal üretimi yeniden örgütlemeyi
hedefleyen toplumsal devrim düşüncesi silikleştiği için devlet ve sermaye sınırlarına sert
çarpışın bu barbarlık uğrağı ile karşı karşıyayız. Yüzyıl önce yerel ve kısmi patlamalar olarak
gözüken kendiliğinden eylemler, bugün "flashmob"lardan türeyen, alanlara akan ancak
1 Makale şu kitapta yayımlanmıştır: Karşı İşgal, İşgal Hareketleri ve Özyönetimler Üzerine Bir Derleme,
(Der: Deniz Gürler, Ayşegül Sandıkçıoğlu Gürler), Siyah Beyaz Yayınları, 2016.
2
örgütlenmeyen isyanlara dönüştüler. Bireycileşme ve atomize, yalıtık monadlar haline getirme
II. Dünya Savaşı'ndan sonra düşmanı ile birlikte yaşanmayacağını bilen kapitalist üretimin
sınıfı bölme, tüketici yanılsamasını yaratma aracıydı; onyıllardır ise, saldırıdan öte, bireylerin
içine doğduğu koşulları belirlediği için, böylesi bir toplumu ve aslında toplumdaki çözülmeyi
yeniden üretti. Buna karşı gelişen isyanlar, bunu yok sayarak değil, bu atomize, bireyci
varoluşun içinden geçerek geliştiler, ancak SSCB'nin yıkılmasından çok öncesine dayanan III.
Enternasyonal'in yenilgisiyle başlayan süreç yüzünden kapitalizme olduğu kadar, "resmi
komünist partilere", sendika bürokrasisine, siyasal özne ve öncü olma ile kendine yeniden
üretmeyen kastlaşan kurumları karıştıran parti ve hareketlere tepki duydular. Toplumsal
devrimin aracı ile devrimin iktidar (ya da özgüçlenme, tabandan kendi gücünü inşa etme
diyebilirsiniz2) organları arasındaki önemli ayrım, dayatma ve kendini yerine koyma ile
silikleştirilmişti. Halbuki araç, yeni ateşler yakmaya devam edecekti; devrimden sonra tüm bir
yönetim sistemini parçalayarak, tabandan yönetimi ele alan özörgütlenmeler (sovyetler,
komünler, şuralar, halk meclisleri vb.) ise toplumsal yeniden üretimi, özgüçlenmeyi, üretim
ilişkilerini dönüştürmeyi ortakça yürüteceklerdi. Böyle olmadı. Bunun Avrupa'da ve aslında
dünyanın pek çok yerindeki etkisi, istisnalar dışında "resmi komünist partiler" ile sendika
bürokrasisinin uzlaşmacı bir blok olarak, sınıf hareketinin en ufak dirençlerinin üzerine
çöreklenmesi oldu. Sermaye birikiminin yeniden yapılanması, işyerini parçalayarak, yeni
teknolojileri ve emek denetim biçimlerini yaşama geçirmesi, üretimin uluslararasılaşması gibi
pek çok etken, aynı zamanda çalışan sınıfın bileşimini ve niteliğini de farklılaştırdı. Nitelikli
işgücü ve eğitim ihtiyacı, kendine dair algısı farklı olsa da sınıfın eğitimli yeni kesimlerini
yarattı. 1968 hareketlerinde özellikle Avrupa'da kendini gösteren bu sınıf kesimleri,
üniversitelerde "uzman aptallığı", "yabancılaşma"ya karşı tepki gösterirken, kolektif işçinin
gelecekteki parçası olarak tepki veriyorlardı aynı zamanda. Ancak işçi sınıfının kazanımı olan
eğitim hakkının sonuçlarından biri olduğu kadar aynı zamanda sermayenin nitelikli işgücü
ihtiyacını karşılama mekanları olarak üniversiteler, yaklaşan ekonomik krizden önce
çalışanlar içinde ayrıcalıklı yerleri, kimi zaman "sosyal fanus"uyla ayrıksı yerde durdular.
Yabancılaşma ve zihinsel emeğin parçalanmışlığı, bu emeğin emek sürecine sokulmasından
daha önce tepki çekti, eğitimde yabancılaşmaya, metalaşmaya karşı, kimi yerlerde bir bütün
olarak emeğin reddi için tepkiler gelişti. Kolektif işçinin bir parçası olarak üretim sürecinde
daha fazla yer aldıkça bu tepkilerin ilk halleri de ileride yeni biçimler alacaktı. Ancak 1960'lar
bunun için henüz erkendi ve yeni sınıf kuşakları, yenilginin atomize edici yalıtıcı etkisiyle
başta "apolitizm" ile ancak sonra örgütsüz tercihlerle yenilginin kurumlarını ve tüm
sonuçlarını "otoriter" figür yerine koydular. Sadece kapitalizme karşı değil buna tepki olarak
da direnişler geliştirdiler. Sadece devletten değil, bu "kurumlardan" özerk olmak, otonominin
ilk tanımı haline gelegeldi.
Tam böyle bir dönemde, Horkheimer, "teknoloji, belleğe olan ihtiyacı ortadan kaldırdı"
demişti.3 Daha sonra Negri, diğer postmodern düşünürler de teknolojinin belleği
2 O zamanlar iktidar ile güç arasındaki ayrım fiili olarak örgütlenme zeminlerinde yaşıyordu. Seçilen
temsilcilerin geri alınabilmesi, sınıftan eşit bir parça olması, üretim yerleri ve yaşam yerlerinden seçilen sovyet
temsilcilerinin gücü ellerinde tutmaları, sendikaların yasaklanmaması, henüz insanlar "üzerindeki" iktidarı değil,
insanların yapabilme, yönetebilme gücünü gösteriyordu. 3 Aktaran Ünal Nalbantoğlu, "Üniversite A.Ş.de bir „homo academicus‟: “ersatz” yuppie akademisyen"
başlığıyla Toplum ve Bilim ,sayı 97, Güz 2003, s. 7-42.
3
gereksizleştirdiğini, modern direnişçinin belleksiz olması gerektiğini söylediler. Artık
geçmişin dersleri, duygusu ve düşüncesi bir zincir idi kırılması gereken. Geçmiş ve bellek
hapishaneydi. "Hafızanız sizin hapishaneniz olmuştur” diye suçluyordu Negri, eski
yoldaşlarını.4 Gerçekte koca bir toplumsal üretim ilişkisi, atomize ettiği, üretme düşüncesine
yabancılaştırıp aslında salt tüketici oldukları yanılsamasına sürükleyerek, savunmasız
yakaladığı sınıf kesimlerine belleksizliği dayatıyordu. Bunun sebebi teknoloji değildi. Ancak
böylelikle verili olan ebedi gerçek gibi ele alınabilirdi. Yani belleksizlik ile kendinden
başlanabilir, kendine referans verilerek mantık zinciri kurulabilirdi.
Kendine gönderen, kendisine referans veren ya da kendi kendisini gerekçe gösteren
tartışmalar ilginçtir; eskiden çocukluk hastalığı olarak adlandırılırdı. Bugün ise
postmodernizmin temel özelliği olarak kendi kendine göndermesi öne sürülüyor. Yeni
kuşakların yaşadıklarını yepyeni olarak görmeleri, bundaki farklılığa vurgu yaparken
geçmişten gelen sürekliliği, özdeşliğin devinimini görmek istememeleri, ya da geçmişle bağ
kurmaya çalışmamaları artık sadece bir çocukluk hastalığı değil. Aslında geç kapitalizmin
toplumsal üretim ilişkilerinin özneyi belleksizleştirdikçe, ergenleşmeyi de ötelemesiyle
bağlantılı. Özne sadece atomize edilip belleksizleştirilmiyor aynı zamanda kendini yeniden
üretme niteliklerinden ve becerilerinden de soyulup emek piyasasına sürülüyor. Kendini
yeniden üretme becerisi, toplum için harcanan emekle bağlantılı ve bu bağ giderek kopuyor,
anlamsızlaşıyor. Emek, insanın kendisini üretmesi ile verili toplumsal üretim ilişkisi arasında
hiçbir bağ, anlam duygusu kurulamıyor. Bu durumda belleksizleşme, yabancılaşma
duygusuna zemin hazırlayan, teknoloji değil, olsa olsa verili üretim ilişkisi oluyor. Ancak
verili üretim ilişkisini ortadan kaldırmak değil de ondan kaçınmak, özerkleşmek istediğinizde,
sonuçları üreten ilişkilere değil sonucu bastırmaya çalışıyorsunuz. Bastırılan ise geri dönüyor,
beklenmedik biçimlerde. Bu uzun girişin temel nedeni, otonomi tartışmalarının tarihsel
köklerine baktığımızda, bu tür bir bastırmayı görmemizdir ve bu ileride ortaya çıkacak.
Kısaca otonomi ve müşterekler tartışmalarının oluşumuna sınıfsal olarak bakmaya çalıştık, bu
bir değinme ancak bu değinmenin eksik yerleri çok. En temeli, sınıfsal olana yapılan kimi
müdahalelerde. Üretim ilişkisine karşı gelişen tepkilerin yanında, ataerki ve ataerkil ilişkilere
karşı gelişen kadın mücadelesi bulunuyor. Yeniden üretim üzerine ve gündelik yaşamın
dönüşümü üzerine müdahaleler önem taşıyorlar. Bunlar sınıf merkezli açıklamalara yama
olarak eklenmekten öte, iki merkezli bir üretim ilişkisini tarif etmektedir. Bir yanda ataerki
karşıtı, insanın üretimi üzerine bir üretim ilişkisinin dönüşümü, diğer yanda ise toplumsal
üretim ilişkilerinin dönüşümü. Özörgütlenmelerin yeni biçimleri, bu mücadelelerin izlerini
taşımaları açısından önemli ve olumludurlar. Buradaki eleştiri, belleksizliğe karşı bu belleği
dile getirmeye çalışmaktadır.
Özörgütlenmeyi, ataerki ve hiyerarşi karşıtlığı düşüncesiyle yeniden üretmenin zeminini
sağladığı için çok önemli dersleri ve olumlu yönleri olan bu tartışmanın, sınırları ve
olumsuzlukları yoğun biçimde incelenmelidir. Yazı önce müşterekler ve otonomi
tartışmasının merkezinde bulunan yataylık, yatay ağlarla ilişkilenen özerk mücadeleler
4 Steve Wright, Gökyüzünü Fethetmek- İtalyan Otonomist Marksizminde Sınıf Bileşimi ve Mücadelesi, Çev:
Özgür Yalçın, Otonom Yay: İstanbul, 2008, s.215.
4
eğiliminde yakın zamanda yaşanan kırılmaya değinecektir. Sonra da otonomist hareketin
özerklik kavramının ortaya çıkışını, onun işçi sınıfı ve ataerki karşıtı mücadele içindeki
tarihsel köklerine kısaca değinecek; kimi sonuçlar çıkaracak ama daha çok da üzerinde
uğraşılması, işlenmesi gereken sorular ortaya atacak, kimi sesli düşünceleri dile getirecektir.
Pek Fark Edilmeyen Bir Kırılma: Yatay Ağlar Sorgulanıyor mu?
Ekoloji mücadeleleri, sınıf mücadelesi, ataerkiye, ırkçılığa, yabancı düşmanlığına karşı
mücadele gibi farklı mücadelelerin birbiriyle ilişkisi dünyada da uzun süredir tartışılıyor. Bu
mücadelerin birbiriyle birleşmesi özellikle 21. yüzyılda, yeni dinamiklere bağlanmaya
başlamıştı. 2011 yılında başlayan "Arap Baharı" olarak nitelenen Arap ülkelerindeki halk
isyanlarının nitelikleri, sosyal medyanın kullanımı gibi pek çok özellik bu tartışmaları da
belirledi.
Çoğul direnişlerin yataylığı, ağ niteliği, internet üzerinden özerk biçimde birbiriyle bağlantı
kurması pek çok çalışmada öne çıkarıldı. Örneğin Manuel Castells, yapısal ekonomik
krizlerin ve temsil krizi ile belirlenen meşruiyet krizlerinin böylesi ağ örgütlenmelerini, isyan
ağlarını artırdığını belirtmekte, bu ağ örgütlenmeleri için internetin, özerklik sağladığını ileri
sürmektedir.5 Temsil ve meşruiyet krizinin yarattığı özörgütlenmeler ve bunların yatay ilişkisi
toplumsal hareketler açısından haklı ve önemli bir direnç noktasıdır.
Bu açıdan otonomi ve Müşterekler tartışması, ortak zeminden besleniyor. Kapitalist üretim
ilişkileri dışında, meta üretimi dışında, doğanın talanına karşı alternatif dayanışma
ekonomileri ve karar organları yaratma ihtiyacı.
Bu ihtiyacın nesnel zemini, geç kapitalizmin temsil krizi ya da uluslararası finansın ve küresel
ekonomik krizlerin dünyasında, temsili organların fiilen işlevsizleştirilmesine dayanıyor.
Jerome Roos'un tarifi bunu anlatıyor. Roos'a göre, "küreselleşme" ile finansallaşmanın ikili
süreci devam ettiği sürece, bürokratlar sadece bir idareci durumundalar ve aslında yöneten
finansal sermayedir. Bankacılar ve "iş dünyası" gerçek iktidarı ellerinde tutuyorlar.6 Bu türden
temsil krizleri, doğaya, yaşama, kadına ve emeğe yönelik talan, metalaştırma ve
güvencesizleştirme saldırıları ile birleştiğinde buna karşı gelişen farklı temsil ve mücadele
ağları birbiriyle yer yer birleşiyor, ilişkileniyor. Bu mücadelelerin yataylığı,
merkezileşmemesi, devletten özerkliğin, otonomluğun temel niteliği olarak vurgulanıyor. Bu
durumda temelde yatan soru şöyledir:
Pek çok mücadele alanının birbirleriyle kurduğu ilişki, yatay ağlar nereye kadar özerk
kalabilirler? Halk meclisleri, yerel direniş ağları, temsil krizine karşı haklı olarak patlak veren,
söz hakkı isteyen kurumlar, kapitalizmin köklü dönüşümü için yeterli midir? Nereye kadar
5Bkz. Manuel Castells, İsyan ve Umut Ağları: İnternet Çağında Toplumsal Hareketler (çev. Ebru Kılıç), Koç
Üniversitesi Yayınları, 2013, İstanbul.
6 Jerome E. Roos, "Otonomi: Vakti Gelmiş Bir Düşünce mi?", Çev: Akın Sarı, Praksis, Gezi Özel sayısı,
Ağustos 2013 s. 217-240.
5
toplumsal üretim ve toplumun yeniden üretimi üzerine köklü bir dönüşüm ihtiyacından uzak
durulabilir?
Yataylık, ağlara ve özerkliğe yapılan vurgu, başta anlattığımız bürokrasiden, "otorite"den ve
dayatmadan kurtulma çabasından ortaya çıkarken, yataylıktan çok anti-otoriter, hiyerarşi
karşıtı örgütlenmeler biçimindeydi. Ancak son çeyrek yüzyılda "ağlar, yataylık" biçimine
bürünürken geç kapitalizmin kültürel rüzgarının parlak bir özelliği olarak hakim olmaya
başladı. 1990'lardan beri yaşadığımız çeyrek yüzyılı belirler nitelikteydi. Hardt ve Negri'nin,
İmparatorluk ve sonraki eserlerinde belirttikleri görüşler de, direnişlerin çokluk olarak bir
arada, yataylıkla bağlı olmasını vurguluyordu. Ancak yakın zamanda sessizce süren kırılma
şöyledir: Bu yazarlar farklı konuşmalarında "yataylık" ve "lidersizlik" kavramlarının artık
tartışılması gerektiğini vurgulamaya başlamışlardır. Negri, Ocak 2015'te yaptığı söyleşide
şöyle söylüyor:
“son yıllarda bende bir sorun geliştiğini itiraf etmeliyim. 2011’deki mücadeleleri
değerlendirmem istendiğinde, yataylık – veya en azından 'illa ki yataylık' – meselesindeki
eleştirel notlarıma odaklanmaktan kendimi alamıyorum. Bunu eleştirmeliyim çünkü yatay
kendiliğindenliği kurumsal bir realiteye dönüştürmeyi haiz bir projenin veya siyasi gelişmenin
olmadığını düşünüyorum. Aksine, bu yola öyle ya da böyle yön verilmesi gerektiğini
düşünüyorum. Elbette ortak programlar temelinde aşağıdan yönetim; fakat bu yolda kendisini
kurma ve bu dönüşümü yönetme kabiliyetindeki bir örgütlü siyasi güce sahip olmanın önemini
daima akılda tutarak.”7
Hardt da 2015'te bir konferansta, benzer tartışmayı yürütmüş, yataylık kavramının tartışılması
ve sorgulanması gerektiğini, liderlik üzerine düşünmek gerektiğini belirtmiştir.8 Elbette ki,
“geleneksel partilere”, eski tip “liderliğe” yönelik eleştirilerini sürdürdüklerini belirtirken,
merkezsizliğe yönelik hoşnutsuzlukları, yataylığa yönelik belirsiz eleştirilerinden daha
belirgin durumdadır. Genel olarak son zamanlarda, yaklaşık çeyrek asırdır hakim olan
yataylık görüşü albenisini yitirmektedir, önde gelen düşünürleri hareketin yataylık
vurgusunun onu zayıflattığını tartışmaya başlamışlardır.
Öte yandan genişleyen ağlar ve toplumsal hareketlerin yerel mücadeleleri için özerklik
düşüncesi de eleştiri almaya başlamıştır. Yerli halkların ya da ulusların kendi kaderlerini tayin
etmeleri anlamında kuşkusuz ki haklı olan özerklik, direniş ağları, kolektifler, ortak yaşam
örgütlenmeleri için devletten, kapitalizmden özerklik anlamına geldiği andan itibaren, verili
mülkiyet ilişkilerine, üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin köklerine dokunmadığı sürece,
bunların ortaklaşa üretilmeleri üzerine düşünmediği sürece yalıtıklaşma, konfor alanı içinde
adacıklaşmaya evrilme tehlikesiyle yüzyüze kaldı. Oysa ki Dinerstein ve Böhm, geçmişten
gelen haklı bir eleştiriyi hatırlatalı çok olmamıştır.
7 ROAR kolektifinin 18 Ocak 2015 tarihli söyleşisi: https://dunyadanceviri.wordpress.com/2015/01/31/antonio-
negri-emegin-reddinden-iktidarin-ele-gecirilmesine/
8 New School, 5. Radikal Demokrasi Konferansı, 11 Nisan 2015, New York.
6
“Özerklik, kendi başına ele alındığında bir imkansızlık halidir. Kuramsal ve ilişkisel olarak
yalnız ve yalnız özerk olmaya uğraştığı şeyle belirlenir.”9
Bastırılanın geri dönmesidir yaşanan. Devleti ve sermayeyi bir ilişki olarak kavramayan bu
düşünce, devletten özerkliğini ilan etmek ile sermaye ve hiyerarşiden bağışık kılınacağını
düşünür. Elbette, hiyerarşiyi önlemek için aldığı önlemlerin önemli yönleri vardır ancak bir
ilişkiyi, çelişkinin ürettiği süreci ortadan kaldırmadığı sürece sadece sonuçları bastırmakla
kalır. Bastırılan geri döner. 1970'lerde "Yapısızlığın tiranlığı"10
olarak çarpıcı biçimde
vurgulanan, hiyerarşisiz süreçlerin sert ve örtülü hiyerarşiler yaratabileceği sonucu bu
bastırılanın geri dönüşlerinden biridir.
Halbuki, yerel, tabandan gelen hareketlerin özörgütlenme ve özyönetim deneyimlerinin
zenginliğini tartışmak ve yeni ağ teknolojileri, yeni sınıf bileşimleri ve toplumsal üretimin
yeni örgütlenişi karşısında nasıl yeni biçimler ve iletişim, ilişki ağları belirleyebileceği
üzerine düşünmek hala önemlidir. Bu yönüyle düşünüldüğünde, hiyerarşi oluşumuna karşı
katılım biçimleri üzerine tartışmak, özörgütlenmenin etkinleştirilmesini, süreklileştirilmesini
sağlamak, gündelik yaşamın örgütlenmesini tepeden değil içeriden yapmak, özgüçlenmenin,
duyguların, yeni üretim ve üleşim biçimlerinin düşünülmesi eşsiz önemdedir ve bu
tartışmalardan dersler çıkarılmalıdır. Ancak sadece kendinden menkul tılsımı olan bir
yataylık, hiyerarşisizlik kavramı içinde tartışmaktansa, hiyerarşi ve devlet merkezi ile gerçek
biçimde yüzleşerek, geleceğin sınıfsız, hiyerarşisiz, ataerkisiz toplumuna yönelik geçişi
tartışmak gereklidir.
Otonomi, Özerklik
Bu bölümde, sadece Otonomist hareketten doğduğu biçimiyle otonomi, özerklik kavramlarına
dair bir değinmede bulunacağız. Ulusal hareketlerin, yerlilerin kendi kaderlerini tayin
hakkında ifade bulan özerklik, kapitalist üretim ilişkilerinden muaf olduğunu iddia ettiği
ölçüde bu tartışmanın içine girebilir.
Otonomi kavramının işçi sınıfı hareketi içine girmesinde uzun incelenmesi gereken en önemli
örnek, İtalyan işçi hareketidir.11
İtalya, dünyada devrim ve toplumsal dönüşümler dalgası
dolaşırken, 1917'den sonra işçi hareketinin yükseldiği ve örgütsel politik hatalar yüzünden en
ağır yenilgilerden birini (İlki Almanya olsa gerek) aldığı ülkedir. Ağır yenilgi, faşizmi
getirmiştir. Faşizmin yenilmesinin ardından 1950'lerde, II. Dünya Savaşı sonrası pek çok
ülkede olduğu gibi, İtalyan Komünist Partisi de demokrasi ve ekonominin yeniden inşasında,
muhalif görünümünü korurken, sermaye ile birlikte davranmıştır. Planlama ve verimliliğin
9 S. Böhm ve Ana Dinerstein , “Özerkliğin Olana(ksızlı)ğı: Sermayenin, Devletin ve Kalkınmanın içinde ve
ötesinde Toplumsal hareketler, (Im)possibilities of autonomy: Social movements in and beyond capital, the state
and development. Social Movement Studies, 2008, 9: 17-32.
10 Jo Freedman, "Yapısızlığın Tiranlığı (The Tyranny of Structurelessness)" Berkeley Journal of Sociology,
17(1); 1972, 151-165.
11
Steve Wright'ın kitabı, bu önemli deneyimin tarihini aktarmaktadır. Yazıda bu kaynaktan geniş biçimde
yararlanılmıştır.
7
artışı, ücretlerin yükselmesi için gerekli görülerek, işçiler ve sendikalar içinde savunulmuş,
sermayenin sınıfsal saldırılarına karşı bağımsız bir politika izlenememiştir. İKP, zaman zaman
hükümette de yer almış, İtalyan işçi hareketi içinde etkisini bu uzlaşmacı politikalarda
kullanmıştır.
Bu dönemde İKP ve sosyalist hareket içinden ayrılan eylemciler, tümüyle umutlarını
yitirmeden İKP'yi, sendikaları eleştirmişlerdir. Panzieri, bu dönemde teknolojiyi, sınıfsız ve
rasyonel bir gelişme gibi gören teknolojik belirlenimciliği eleştirmiştir. Verimlilik çılgınlığına
kapılma, teknolojik gelişmeyi üretici güçlerin gelişimi olarak görüp sınıfsızlaştırma
eğilimlerini erken dönemde eleştirmişlerdir. Tronti'nin nispi artı değer üretimi ve teknolojinin
sınıfsal gelişimi ile birlikte fabrika dışına yayılan işçilik ilişkilerini incelemesi, bu dönemde
gerçekleşmiştir. Bir bütün olarak İtalyan İşçi hareketi içinde İşçici (Operaismo) hareket, solun
kalkınmacı bakışına sert ve güçlü eleştiriler yöneltmiştir.
Hakim sosyolojik disiplinlerden ayrılarak, çok önemli işçi araştırmaları bizzat işçiler,
sosyalistler ve aydınlar tarafından yürütülmüş, işçi sınıfının değişen yapısı, politik amaçlarla
araştırılmıştır.
İtalyan Komünist Partisi'nin sınıf uzlaşmacı tutumu, verimliliği öne çıkartan tutumu ve işçi
sınıfı hareketinin üzerine çöreklenen bürokratik resmi sol anlayışı işçi hareketinin özellikle
militan kesimleri içerisinde sadece devletten değil, devlet ile sınıf uzlaşmacı bir ilişki içinde
bulunan bu kesimlerden de uzak olma ihtiyacını doğurmuştur.
İşte otonomi, bu koşullar altında sadece sermayeden değil, devletten ve resmi komünist
siyasetten, onun etkisindeki sendika bürokrasisinden özerk olma içinde bir tepki olarak
doğmuştur. Bu haklı bir tepkidir ancak yeterli değildir. İşçi sınıfının ve gençlerin yer yer
direngen kesimlerini barındıran bu hareket, kapitalizmden ve resmi sol hareketten uzak kalma
sürecinde ortaklaşsa da, pek çok tartışma, farklı eğilimi barındırır. Gelişimi elbette ki
pürüzsüz değildir, Panzieri, Tronti, Bologna, Negri, Pisa Üniversitesi sosyalistleri farklı
zamanlarda, sınıfın bileşimi, emeğin reddi, değer kuramı konusunda farklı tutumlar
almışlardır.
Örneğin, büyük fabrikalardaki grevler sırasında ve işsizler arasında ortaya kısmi de olsa çıkan
işin reddi ya da sabotaj eğilimleri, kimi zaman süreklileştirilerek bir kuram haline
getirildiğinde tartışmalar ortaya çıkmıştır.
1974‟te otonomi hareketinin kendi içinde de temel gerilim, işi reddedenler ile sınıf bilincinin
gelişiminin ve insan potansiyelinin emek deneyiminden ayrılamaz olduğunu savunanlar (Alfa
Romeo Otonom Meclisi) arasındaki ayrım bunlara örnektir.12
1970'ler artık İKP ve sendika bürokrasisinden ümidin kesildiği yıllar iken, hareketin yenilgisi
de yaklaşır. İtalyan burjuvazisi, Gladyo'dan, ekonomik ve siyasal krizden yararlanarak,
muhalefeti bastırır. 1970'lerde Grundrisse üzerine yürütülen tartışmalar çok önemlidir ve
önemli gelişim uçları sağlar ancak yenilgi ve siyasal zor, yeniden üretimi farklı bir yöne
evriltir.
12
Steve Wright, a.g.e s. 197.
8
Hareketin bir kısmı, Negri ile birlikte değer kuramının geçersizleştiğini söyleyerek, eski dili
reddeder ve temel paradigma değişimine yönelir. Değer kuramının geçersizleşmesi, sömürü
ile ücretli emek arasındaki ilişkiyi koparır ya da raslantısallaştırır, ileride sınıf yerine farklı
mücadelelerin çokluğun gireceği zemin burasıdır.
Negri‟ye göre bellek artık kapitalist tahakküm mantığının tamamlayıcı bir uğrağı olarak
anlaşılmalıdır.
“Çağdaş metropolitan öznenin sınıfsal bileşiminin hafızası yoktur; çünkü işi yoktur, çünkü
komuta edilen emeği, diyalektik emeği istemiyor. Hafızası yoktur, çünkü sadece emek
porletarya için geçmiş tarihle bir ilişki inşa edebilir. Diyalektiği yoktur, çünkü sadece hafıza
ve emek diyalektiği oluşturabilir.... proleter hafıza ancak geçmiş yabancılaşmanın hafızasıdır.
1968’ın ve onu takip eden on yılın mevcut hafızası şimdi mezar kazıcısının hafızasıdır.... Zürih
gençliinin, Napoli proleterlerinin ve Gdansk işçilerinin hafızaya ihtiyacı yoktur. .. Komünist
geçiş, hafızanın yokluğudur.”13
Artık emek sermaye ilişkisinin merkezi önemi kalkmıştır, farklı mücadeleler rizomatik olarak
gelişirler ve aralarında yatay ilişkiler, bağlar gelişir. Deleuze ve Guattari, şöyle tarif eder.
"[İktidarın politikalarına karşı farklı mücadelelerde] eylemciler, devletin mekansal olarak
sınırlı hiyerarşik statik güç politikalarına karşı, mekandan azade ve rizomatik ağların hayli
esnek gücünden oluşan kendiliğinden eylemle karşı koyuyorlar."14
Otonomi, özerklik, bir bütün olarak sermaye ilişkisini hedeflemeyi, İtalyan işçi hareketindeki
bu temel tartışmayla kesmiş, mücadelelerin çokluğuna geçmiştir. Değer kuramının
geçersizleştirilmesi, bir bütün olarak kapitalist üretimin merkezindeki sermaye emek ilişkisini
göz ardı etmeyi getirmiştir. Metaların çeşitliliği gibi, maddi olmayan emek, duygulanımsal
emek, bunların farklılığı, ölçülemezliği eleştiri olarak getirilmiştir. Oysa bütün dünya
üzerinde sömürü ilişkisi sonucunda, tüm bu farklılıklar havuzunun ortasında bir değirmen, tek
tipleşmeyi üretmektedir. Farklı görünümlerin albenili dünyası kazındığında hemen ortaya
çıkıverecek bir öğütme ilişkisi. Bunu tarif etmek için metalar dünyasının o çeşitli, çok farklı,
renkliliğinin altında metalaşma, meta üretiminin tek tip yapısını işaret etmek gerekiyor.
Genelleşmiş meta üretiminin iki yönlü yıkıcılığını yeniden hatırlayalım.
Meta üretim süreci bitimsiz biçimde herşeyi metalaştırıyor. Doğa, su, doğal alan ve araziler,
barınma mekanları, kamusal alanlar vs.
Ama aynı zamanda genelleşme denmesinin esas nedeni emeğin bir meta haline gelmesi, yani
emek gücünün meta olması. İşte bu alanlardaki temel metalaşma sürecinin çok yönlü yıkıcı
etkilerine de dikkat etmek gerekiyor. Emeğin nitelikleri kendisinden soğrularak, vasıfları meta
haline getiriliyor. Üstelik somut emek biçimlerine karşı kayıtsız biçimde. Emeğin
duygulanımsal mı yoksa zihinsel mi olduğuna bakılmadan hepsi değer kuramının, ya da
kapitalist üretim sürecinin değirmeninde öğütülüyorlar. Bu emeğin ataerki ilişkisini üreten
olması ya da bedenleri biçimlendirme, yönlendirmede kullanılması değer yaratma sürecinin
13
Aktaran Steve Wright, a.g.e. s. 215. 14
Deleuze ve Guattari'den aktaran Roos, a.g.m.
9
kayıtsız olduğu, ataerkil kapitalist üretimin yönettiği bir süreç. Bu süreç değer kuramını
devreden çıkarmıyor. Değer kuramının devrede olması ise sınıfın yeniden üretimini, çeşitliliği
içinde yaratan temel mekanizma olarak sağlıyor.
Rizomatik mücadeleler, kendiliğinden beliren mücadeleler olarak tarif edilmektedir,
merkezleri yoktur. Köksap gibi oldukları yerden gelişirler. Ancak, kapitalist üretim ilişkisi
dünya üzerinde sınıflı toplumu ürettikçe, tepkiler de bu toplumu merkeze alır, bu koşullarda
özerk hareketler, sermayeden özerk oldukları oranda ve bunu süreklileştirebildiklerinde, bir
bütün olarak üretim ilişkilerini hedefe almak zorunda kalırlar. Ataerkiye karşı ilişkiler dışında
sınıf ilişkilerini karşısına alan özerk bir yönetim ve üretim sistemi tam da bu nedenle,
yataylıkla sınırlanamaz, diğer mücadelelerle merkezileşme eğiliminden kaçınamaz.
Anlatmaya çalıştığımıza, bir düşünce deneyinde örnek verelim. Doğrudan demokrasiyi
ayakları üzerine oturtan bir otonomi, kaynakları, üretim araçlarının kullanımını ve sahipliğini
dert etmek zorundadır. Artığın ve kaynak kullanımının bir grubun elinde güç olmaması
gerekir ki, gerçekten doğrudan demokrasi eşit söz ve katılım hakkı, karar hakkı doğsun.
Dahası, sınıflaşma ve hiyerarşi yaşanmasın. Bu aynı zamanda sermayeden özerk olmayı da
sağlar, böylelikle özerklik, otonomi kavramının gerçek anlamı oluşur.
Böyle bir özerk, otonom grubun ya da komünün kendi alanında ürettiklerini paylaşması, kendi
yaşam koşullarını belirlemesi önemlidir ve büyük bir zenginliktir. Ancak otonomi kavramının
sınırları burada ortaya çıkar, tek bir adada komünist ütopyanın sınırlı olması gibi, bir bütün
olarak üretim ilişkisine dokunmadan yaşayan özerklik, zamanla yalıtıklaşır, kayıtsızlaşır.
Sadece özerk olmak yetmemektedir. böylesi düşünce deneyinde diğer komünlerin, dayanışma
ekonomilerinin üretimleri salt değişime konu değildir; aynı zamanda bir bütün olarak toplum
için üretilmesi gerekenlerden de sorumluluk alınmak zorundadır. Ekolojik üretim, enerji,
teknoloji, farklı becerilerin üretimi ve daha pek çok şey. Yerel ekonomi yalıtıklığı
düşünülmüyorsa (ki bu bugünkü koşullarda hiç olanaklı değildir) komünler arası iletişim
organlarından öte, karar alma, katılım organları oluşturulmalıdır. Elbette ki yeni ağ
teknolojileri bu karar alma işlevini önemli oranda üstlenirler, ancak zaten özerk olacak
birimleri bağlayan ağ, salt teknoloji olmamalıdır. Toplumsal ilişki olmalıdır. Burada özerklik
bir sıfattır ve kaçınılmazca gereklidir, ancak bütünün kendisi değildir.
Bütün bunlar olduğu takdirde, bunun adı özerklik değildir, komünizm ya da sınıfsız
toplumdur. Ancak otonomi tartışması, buna tabandan, katılımla, özörgütlenmelerle, duyguları,
başka tür paylaşım ve üretim ilişkilerini katma çabasıyla anlamlıdır; sınıfsız topluma dair
daha önceki tartışmaları değerli görmediği, bunlarla bellek ve eleştirel süreklilik bağı kurmak
istemediği oranda ise genel geçerleşir.
Burada yataylığın aşılması eğilimini düşünce deneyinde tartıştık. Ancak aynı zamanda
sermayeden özerk olmanın, kaçınma değil, o ilişkiyi ortadan kaldırma amacına yönelmesi
gerektiğini de vurguladık. Yataylığın kaçınılmazca birleşmesi, tamamen ortadan kalkması
değildir, aksine akışkan biçimde merkezileşmesi (merkezileşirken, ademi merkezileşmesi ve
bu diyalektiğin devinimli biçimde varolması) sözkonusu olabilir. Liderliğin, merkeziliğin,
komünde geri çağrılabilir temsilciler, rotasyon gibi dinamik ilişkilerle kastlaşmayan
biçimlerde denenmesi gibi...
10
Ancak elbette ki, tüm mücadeleler bir ve aynı değillerdir, mücadele eden temel toplumsal
dinamikler de öyle... Sınıf tüm toplumun üretiminde tek eksen değildir. Hatta toplumun
üretiminde sınıflar oluşmaz, toplumsal üretimde sınıflar oluşmaktadır. Toplumun üretimi ise,
ayrı bir eksen olarak ele alınmalıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi, bugünkü toplumun
üretimini, birbirine indirgenemeyen iki eksende almak yerinde olacaktır.15
Toplumun üretimi
ve toplumsal üretim iki ayrı merkezin çekimi etrafında devinen bir toplumu anlatır. Elips gibi,
iki ayrı merkezi olan kapalı eğri. İlk merkez toplumun üretimidir. Erkek, kadın, çocukların
aile formu ya da başka formlar içinde üretilmeleri, insan türü olarak ve toplum kurarak
yaşamalarını belirleyen temel üretici ilişkidir. Bu ilişki hep ataerkil olmamış, hep de verili aile
formları üzerinden gelişmemiştir. Ancak kapitalizmden öncesine dayanan ve bugün de
toplumun üretimine hakim olan ataerkil ilişkidir, bu ekseni yerinden oynatmak, ataerkil sistem
ile bir bütün olarak cinslerin, toplumsal cinsiyet rollerinin, çocuğun yetişmesinin, yaşlının
toplumsallaşarak gelişiminin, aile formlarının ve bunların yarattığı derin ve saklı tortu olan
psikanalitik tüm kalıntıların altüst edilebileceği bir üretim sisteminin, toplumun üretimi
üzerine düşünmek ve eylemek demektir.
İkinci merkez ise toplumsal üretimdir. Erkek, kadın ve çocuklar üretildikten sonra bunların
gereksinimlerin üretimi üzerinden birbiri ile üretim ilişkisine girmesini, bunun dolaysızca
toplumsallığını anlatır. Bu toplumsal üretim sisteminin bugünkü yordamı olan kapitalist
üretimin yerine sınıfsız bir toplumda yaşamın, yaşam gereklerinin ve üretim ilişkilerinin
üretilmesi üzerine düşünmek gerekiyor. Toplumun üretimi ve toplumsal üretim, gerçek
ekolojiyi oluşturmaktadır, doğa ile etkileşen insan türünü değil, doğanın organik bir bütünü
olarak, kendini ve parçası olduğu doğayı devindiren, kendisi de dönüşen insan ve toplumunun
gelişimini anlatmaktadır. Birbirine indirgenemeyen ancak birbirinin zemini olabilen bu iki
devinim merkezi bugün ataerkil sistem ve kapitalist üretim ile belirlenmektedir.
Bu iki eksenden özerk olmak ise, bu iki eksendeki sömürü ve eşitsizlik ilişkisini ortadan
kaldıracak eş zamanlı, birlikte mücadeleler ile olanaklıdır.
Çokluk, rizomatik mücadelelerin kendiliğinden boy vermesi anlayışı, çeşitliliklerine rağmen
bu mücadelelerin nasıl olup da bu iki eksene yöneldiklerini açıklayamaz. Zaten yataylığın
savunucuları tarafından sorgulanmaya başlaması da, tam da bu iki eksene yönelen
mücadelelerin, süreklileşememesi ve örgütlenememesi ile ilgilidir.
Bunlar değinmeler ve değinmeler, görülen eksiklikleri etraflıca ele alamıyorlar, sadece temel
bir noktaya ışık tutmaya, doğru soruyu sormaya çalışıyorlar.
Devletten özerklik, hiyerarşiden, geleneksel kurumlardan, piyasadan özerklik, üretim
ilişkilerinden ve sermayeden özerkliği güvence altına almıyor. Mülkiyet ilişkileri hedef
alınmadan, dönüştürülmeden ya da üretilenlerin nasıl üleşileceği üzerine etraflıca
düşünülmeden, özerklik sağlanamıyor.
15
Şurada belirtilmişti. Bkz. Özgür Narin, "Üreten Yönetirse: Karadeniz Bölgesinde İşçi Özyönetimlerinin
Tarihi", Değişen Karadenizi Anlamak, Der. E. Haspolat Yıldırım, D. Yıldırım, Phoenix Yay, 2016.