+ All documents
Home > Documents > Otonomi Üzerine Değiniler

Otonomi Üzerine Değiniler

Date post: 01-Dec-2023
Category:
Upload: nyu
View: 0 times
Download: 0 times
Share this document with a friend
10
1 Otonomi Üzerine Değiniler 1 Özgür Narin "Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da öteki yana - sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki..." (Charles Dickens, 1859, İki Şehrin Hikayesi) Gerçekten de zaman, geleceğin filizlerini de, bataklığını da üretiyor. Bugün de zaman, bir yanda Tekel'den Gezi'ye, Güney Amerika'dan, Arap isyanlarına, grev, işgal ve özyönetimlerden, dayanışma ekonomilerine, kadın mücadelelerinden, komünlere kantonlara geleceğin toplumunun filizlerini barındırırken, diğer yanda sermayenin "otoriterlik" etiketi altındaki dikta ve barbarlığını, mezhep, kabile savaşları biçimindeki paylaşım savaşlarını , göçleri, yoksulların birbirine kıydırılmasını, kör terörü, piyasa uğruna doğa talanını yaşatıyor. Bu yazı, kapitalizmin yıkıcı etkisine karşı ortaya çıkan dayanışma ekonomilerine, özyönetim, özörgütlenme deneyimlerine, ama özellikle alternatif mücadele biçimi olarak otonom (özerk) hareketlere yoğunlaşıyor. Elbette bunları tartışırken, zamanların bu iyi yönlerinin, geleceğin tomurcuklarının bıçak sırtı gibi sınırlarını çizdiği diğer karanlık yönü, zamanların en kötüsünü gözden çıkarmamak gerek; ama yazı her ne kadar hızla ve dehşetle bu yöne doğru sürüklensek de bunu ele almayacak. Ancak son çeyrek yüzyıldır kapitalizmin siyasal ve ekonomik krizlerinin bizi getirdiği bu karanlık noktaları hatırlatmak nedensiz değil. Devletten, hiyerarşiden ve sermayeden özerk olma iddiasındaki hareketlerin sınırlarını belirleyen, geç kapitalizmin bu barbarlık seçeneğinin beliren yüzleri. Tam da böyle bir dönemde, parlak biçimde dünyaya yayıldıktan çeyrek yüzyıl sonra, müşterekler, Otonom hareketler önemli bir kırılma yaşıyorlar. Yazı bu kırılmayı ele alıyor. Devletten özerk olmak, hiyerarşiden özerk olmak mıdır? Sermayeden özerk olmak mıdır? Sermaye ilişkisini ortadan kaldırmadan, toplumsal üretimi bütüncül olarak yeniden örgütlemeyi, gündelik yaşamda özörgütlenme ile birleştirmeden bu özerklik mümkün müdür? Yanıtımız olanaklı olmayacağı yönünde. Hatta diyebiliriz ki, böyle bir küresel toplumsal üretimi yeniden örgütlemeyi hedefleyen toplumsal devrim düşüncesi silikleştiği için devlet ve sermaye sınırlarına sert çarpışın bu barbarlık uğrağı ile karşı karşıyayız. Yüzyıl önce yerel ve kısmi patlamalar olarak gözüken kendiliğinden eylemler, bugün "flashmob"lardan türeyen, alanlara akan ancak 1 Makale şu kitapta yayımlanmıştır: Karşı İşgal, İşgal Hareketleri ve Özyönetimler Üzerine Bir Derleme, (Der: Deniz Gürler, Ayşegül Sandıkçıoğlu Gürler), Siyah Beyaz Yayınları, 2016.
Transcript

1

Otonomi Üzerine Değiniler1

Özgür Narin

"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de

kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz

vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da öteki yana - sözün kısası, şimdikine

öylesine yakın bir dönemdi ki..." (Charles Dickens, 1859, İki Şehrin Hikayesi)

Gerçekten de zaman, geleceğin filizlerini de, bataklığını da üretiyor. Bugün de zaman, bir

yanda Tekel'den Gezi'ye, Güney Amerika'dan, Arap isyanlarına, grev, işgal ve

özyönetimlerden, dayanışma ekonomilerine, kadın mücadelelerinden, komünlere kantonlara

geleceğin toplumunun filizlerini barındırırken, diğer yanda sermayenin "otoriterlik" etiketi

altındaki dikta ve barbarlığını, mezhep, kabile savaşları biçimindeki paylaşım savaşlarını,

göçleri, yoksulların birbirine kıydırılmasını, kör terörü, piyasa uğruna doğa talanını yaşatıyor.

Bu yazı, kapitalizmin yıkıcı etkisine karşı ortaya çıkan dayanışma ekonomilerine, özyönetim,

özörgütlenme deneyimlerine, ama özellikle alternatif mücadele biçimi olarak otonom (özerk)

hareketlere yoğunlaşıyor. Elbette bunları tartışırken, zamanların bu iyi yönlerinin, geleceğin

tomurcuklarının bıçak sırtı gibi sınırlarını çizdiği diğer karanlık yönü, zamanların en kötüsünü

gözden çıkarmamak gerek; ama yazı her ne kadar hızla ve dehşetle bu yöne doğru

sürüklensek de bunu ele almayacak. Ancak son çeyrek yüzyıldır kapitalizmin siyasal ve

ekonomik krizlerinin bizi getirdiği bu karanlık noktaları hatırlatmak nedensiz değil.

Devletten, hiyerarşiden ve sermayeden özerk olma iddiasındaki hareketlerin sınırlarını

belirleyen, geç kapitalizmin bu barbarlık seçeneğinin beliren yüzleri. Tam da böyle bir

dönemde, parlak biçimde dünyaya yayıldıktan çeyrek yüzyıl sonra, müşterekler, Otonom

hareketler önemli bir kırılma yaşıyorlar. Yazı bu kırılmayı ele alıyor. Devletten özerk olmak,

hiyerarşiden özerk olmak mıdır? Sermayeden özerk olmak mıdır? Sermaye ilişkisini ortadan

kaldırmadan, toplumsal üretimi bütüncül olarak yeniden örgütlemeyi, gündelik yaşamda

özörgütlenme ile birleştirmeden bu özerklik mümkün müdür? Yanıtımız olanaklı olmayacağı

yönünde. Hatta diyebiliriz ki, böyle bir küresel toplumsal üretimi yeniden örgütlemeyi

hedefleyen toplumsal devrim düşüncesi silikleştiği için devlet ve sermaye sınırlarına sert

çarpışın bu barbarlık uğrağı ile karşı karşıyayız. Yüzyıl önce yerel ve kısmi patlamalar olarak

gözüken kendiliğinden eylemler, bugün "flashmob"lardan türeyen, alanlara akan ancak

1 Makale şu kitapta yayımlanmıştır: Karşı İşgal, İşgal Hareketleri ve Özyönetimler Üzerine Bir Derleme,

(Der: Deniz Gürler, Ayşegül Sandıkçıoğlu Gürler), Siyah Beyaz Yayınları, 2016.

2

örgütlenmeyen isyanlara dönüştüler. Bireycileşme ve atomize, yalıtık monadlar haline getirme

II. Dünya Savaşı'ndan sonra düşmanı ile birlikte yaşanmayacağını bilen kapitalist üretimin

sınıfı bölme, tüketici yanılsamasını yaratma aracıydı; onyıllardır ise, saldırıdan öte, bireylerin

içine doğduğu koşulları belirlediği için, böylesi bir toplumu ve aslında toplumdaki çözülmeyi

yeniden üretti. Buna karşı gelişen isyanlar, bunu yok sayarak değil, bu atomize, bireyci

varoluşun içinden geçerek geliştiler, ancak SSCB'nin yıkılmasından çok öncesine dayanan III.

Enternasyonal'in yenilgisiyle başlayan süreç yüzünden kapitalizme olduğu kadar, "resmi

komünist partilere", sendika bürokrasisine, siyasal özne ve öncü olma ile kendine yeniden

üretmeyen kastlaşan kurumları karıştıran parti ve hareketlere tepki duydular. Toplumsal

devrimin aracı ile devrimin iktidar (ya da özgüçlenme, tabandan kendi gücünü inşa etme

diyebilirsiniz2) organları arasındaki önemli ayrım, dayatma ve kendini yerine koyma ile

silikleştirilmişti. Halbuki araç, yeni ateşler yakmaya devam edecekti; devrimden sonra tüm bir

yönetim sistemini parçalayarak, tabandan yönetimi ele alan özörgütlenmeler (sovyetler,

komünler, şuralar, halk meclisleri vb.) ise toplumsal yeniden üretimi, özgüçlenmeyi, üretim

ilişkilerini dönüştürmeyi ortakça yürüteceklerdi. Böyle olmadı. Bunun Avrupa'da ve aslında

dünyanın pek çok yerindeki etkisi, istisnalar dışında "resmi komünist partiler" ile sendika

bürokrasisinin uzlaşmacı bir blok olarak, sınıf hareketinin en ufak dirençlerinin üzerine

çöreklenmesi oldu. Sermaye birikiminin yeniden yapılanması, işyerini parçalayarak, yeni

teknolojileri ve emek denetim biçimlerini yaşama geçirmesi, üretimin uluslararasılaşması gibi

pek çok etken, aynı zamanda çalışan sınıfın bileşimini ve niteliğini de farklılaştırdı. Nitelikli

işgücü ve eğitim ihtiyacı, kendine dair algısı farklı olsa da sınıfın eğitimli yeni kesimlerini

yarattı. 1968 hareketlerinde özellikle Avrupa'da kendini gösteren bu sınıf kesimleri,

üniversitelerde "uzman aptallığı", "yabancılaşma"ya karşı tepki gösterirken, kolektif işçinin

gelecekteki parçası olarak tepki veriyorlardı aynı zamanda. Ancak işçi sınıfının kazanımı olan

eğitim hakkının sonuçlarından biri olduğu kadar aynı zamanda sermayenin nitelikli işgücü

ihtiyacını karşılama mekanları olarak üniversiteler, yaklaşan ekonomik krizden önce

çalışanlar içinde ayrıcalıklı yerleri, kimi zaman "sosyal fanus"uyla ayrıksı yerde durdular.

Yabancılaşma ve zihinsel emeğin parçalanmışlığı, bu emeğin emek sürecine sokulmasından

daha önce tepki çekti, eğitimde yabancılaşmaya, metalaşmaya karşı, kimi yerlerde bir bütün

olarak emeğin reddi için tepkiler gelişti. Kolektif işçinin bir parçası olarak üretim sürecinde

daha fazla yer aldıkça bu tepkilerin ilk halleri de ileride yeni biçimler alacaktı. Ancak 1960'lar

bunun için henüz erkendi ve yeni sınıf kuşakları, yenilginin atomize edici yalıtıcı etkisiyle

başta "apolitizm" ile ancak sonra örgütsüz tercihlerle yenilginin kurumlarını ve tüm

sonuçlarını "otoriter" figür yerine koydular. Sadece kapitalizme karşı değil buna tepki olarak

da direnişler geliştirdiler. Sadece devletten değil, bu "kurumlardan" özerk olmak, otonominin

ilk tanımı haline gelegeldi.

Tam böyle bir dönemde, Horkheimer, "teknoloji, belleğe olan ihtiyacı ortadan kaldırdı"

demişti.3 Daha sonra Negri, diğer postmodern düşünürler de teknolojinin belleği

2 O zamanlar iktidar ile güç arasındaki ayrım fiili olarak örgütlenme zeminlerinde yaşıyordu. Seçilen

temsilcilerin geri alınabilmesi, sınıftan eşit bir parça olması, üretim yerleri ve yaşam yerlerinden seçilen sovyet

temsilcilerinin gücü ellerinde tutmaları, sendikaların yasaklanmaması, henüz insanlar "üzerindeki" iktidarı değil,

insanların yapabilme, yönetebilme gücünü gösteriyordu. 3 Aktaran Ünal Nalbantoğlu, "Üniversite A.Ş.de bir „homo academicus‟: “ersatz” yuppie akademisyen"

başlığıyla Toplum ve Bilim ,sayı 97, Güz 2003, s. 7-42.

3

gereksizleştirdiğini, modern direnişçinin belleksiz olması gerektiğini söylediler. Artık

geçmişin dersleri, duygusu ve düşüncesi bir zincir idi kırılması gereken. Geçmiş ve bellek

hapishaneydi. "Hafızanız sizin hapishaneniz olmuştur” diye suçluyordu Negri, eski

yoldaşlarını.4 Gerçekte koca bir toplumsal üretim ilişkisi, atomize ettiği, üretme düşüncesine

yabancılaştırıp aslında salt tüketici oldukları yanılsamasına sürükleyerek, savunmasız

yakaladığı sınıf kesimlerine belleksizliği dayatıyordu. Bunun sebebi teknoloji değildi. Ancak

böylelikle verili olan ebedi gerçek gibi ele alınabilirdi. Yani belleksizlik ile kendinden

başlanabilir, kendine referans verilerek mantık zinciri kurulabilirdi.

Kendine gönderen, kendisine referans veren ya da kendi kendisini gerekçe gösteren

tartışmalar ilginçtir; eskiden çocukluk hastalığı olarak adlandırılırdı. Bugün ise

postmodernizmin temel özelliği olarak kendi kendine göndermesi öne sürülüyor. Yeni

kuşakların yaşadıklarını yepyeni olarak görmeleri, bundaki farklılığa vurgu yaparken

geçmişten gelen sürekliliği, özdeşliğin devinimini görmek istememeleri, ya da geçmişle bağ

kurmaya çalışmamaları artık sadece bir çocukluk hastalığı değil. Aslında geç kapitalizmin

toplumsal üretim ilişkilerinin özneyi belleksizleştirdikçe, ergenleşmeyi de ötelemesiyle

bağlantılı. Özne sadece atomize edilip belleksizleştirilmiyor aynı zamanda kendini yeniden

üretme niteliklerinden ve becerilerinden de soyulup emek piyasasına sürülüyor. Kendini

yeniden üretme becerisi, toplum için harcanan emekle bağlantılı ve bu bağ giderek kopuyor,

anlamsızlaşıyor. Emek, insanın kendisini üretmesi ile verili toplumsal üretim ilişkisi arasında

hiçbir bağ, anlam duygusu kurulamıyor. Bu durumda belleksizleşme, yabancılaşma

duygusuna zemin hazırlayan, teknoloji değil, olsa olsa verili üretim ilişkisi oluyor. Ancak

verili üretim ilişkisini ortadan kaldırmak değil de ondan kaçınmak, özerkleşmek istediğinizde,

sonuçları üreten ilişkilere değil sonucu bastırmaya çalışıyorsunuz. Bastırılan ise geri dönüyor,

beklenmedik biçimlerde. Bu uzun girişin temel nedeni, otonomi tartışmalarının tarihsel

köklerine baktığımızda, bu tür bir bastırmayı görmemizdir ve bu ileride ortaya çıkacak.

Kısaca otonomi ve müşterekler tartışmalarının oluşumuna sınıfsal olarak bakmaya çalıştık, bu

bir değinme ancak bu değinmenin eksik yerleri çok. En temeli, sınıfsal olana yapılan kimi

müdahalelerde. Üretim ilişkisine karşı gelişen tepkilerin yanında, ataerki ve ataerkil ilişkilere

karşı gelişen kadın mücadelesi bulunuyor. Yeniden üretim üzerine ve gündelik yaşamın

dönüşümü üzerine müdahaleler önem taşıyorlar. Bunlar sınıf merkezli açıklamalara yama

olarak eklenmekten öte, iki merkezli bir üretim ilişkisini tarif etmektedir. Bir yanda ataerki

karşıtı, insanın üretimi üzerine bir üretim ilişkisinin dönüşümü, diğer yanda ise toplumsal

üretim ilişkilerinin dönüşümü. Özörgütlenmelerin yeni biçimleri, bu mücadelelerin izlerini

taşımaları açısından önemli ve olumludurlar. Buradaki eleştiri, belleksizliğe karşı bu belleği

dile getirmeye çalışmaktadır.

Özörgütlenmeyi, ataerki ve hiyerarşi karşıtlığı düşüncesiyle yeniden üretmenin zeminini

sağladığı için çok önemli dersleri ve olumlu yönleri olan bu tartışmanın, sınırları ve

olumsuzlukları yoğun biçimde incelenmelidir. Yazı önce müşterekler ve otonomi

tartışmasının merkezinde bulunan yataylık, yatay ağlarla ilişkilenen özerk mücadeleler

4 Steve Wright, Gökyüzünü Fethetmek- İtalyan Otonomist Marksizminde Sınıf Bileşimi ve Mücadelesi, Çev:

Özgür Yalçın, Otonom Yay: İstanbul, 2008, s.215.

4

eğiliminde yakın zamanda yaşanan kırılmaya değinecektir. Sonra da otonomist hareketin

özerklik kavramının ortaya çıkışını, onun işçi sınıfı ve ataerki karşıtı mücadele içindeki

tarihsel köklerine kısaca değinecek; kimi sonuçlar çıkaracak ama daha çok da üzerinde

uğraşılması, işlenmesi gereken sorular ortaya atacak, kimi sesli düşünceleri dile getirecektir.

Pek Fark Edilmeyen Bir Kırılma: Yatay Ağlar Sorgulanıyor mu?

Ekoloji mücadeleleri, sınıf mücadelesi, ataerkiye, ırkçılığa, yabancı düşmanlığına karşı

mücadele gibi farklı mücadelelerin birbiriyle ilişkisi dünyada da uzun süredir tartışılıyor. Bu

mücadelerin birbiriyle birleşmesi özellikle 21. yüzyılda, yeni dinamiklere bağlanmaya

başlamıştı. 2011 yılında başlayan "Arap Baharı" olarak nitelenen Arap ülkelerindeki halk

isyanlarının nitelikleri, sosyal medyanın kullanımı gibi pek çok özellik bu tartışmaları da

belirledi.

Çoğul direnişlerin yataylığı, ağ niteliği, internet üzerinden özerk biçimde birbiriyle bağlantı

kurması pek çok çalışmada öne çıkarıldı. Örneğin Manuel Castells, yapısal ekonomik

krizlerin ve temsil krizi ile belirlenen meşruiyet krizlerinin böylesi ağ örgütlenmelerini, isyan

ağlarını artırdığını belirtmekte, bu ağ örgütlenmeleri için internetin, özerklik sağladığını ileri

sürmektedir.5 Temsil ve meşruiyet krizinin yarattığı özörgütlenmeler ve bunların yatay ilişkisi

toplumsal hareketler açısından haklı ve önemli bir direnç noktasıdır.

Bu açıdan otonomi ve Müşterekler tartışması, ortak zeminden besleniyor. Kapitalist üretim

ilişkileri dışında, meta üretimi dışında, doğanın talanına karşı alternatif dayanışma

ekonomileri ve karar organları yaratma ihtiyacı.

Bu ihtiyacın nesnel zemini, geç kapitalizmin temsil krizi ya da uluslararası finansın ve küresel

ekonomik krizlerin dünyasında, temsili organların fiilen işlevsizleştirilmesine dayanıyor.

Jerome Roos'un tarifi bunu anlatıyor. Roos'a göre, "küreselleşme" ile finansallaşmanın ikili

süreci devam ettiği sürece, bürokratlar sadece bir idareci durumundalar ve aslında yöneten

finansal sermayedir. Bankacılar ve "iş dünyası" gerçek iktidarı ellerinde tutuyorlar.6 Bu türden

temsil krizleri, doğaya, yaşama, kadına ve emeğe yönelik talan, metalaştırma ve

güvencesizleştirme saldırıları ile birleştiğinde buna karşı gelişen farklı temsil ve mücadele

ağları birbiriyle yer yer birleşiyor, ilişkileniyor. Bu mücadelelerin yataylığı,

merkezileşmemesi, devletten özerkliğin, otonomluğun temel niteliği olarak vurgulanıyor. Bu

durumda temelde yatan soru şöyledir:

Pek çok mücadele alanının birbirleriyle kurduğu ilişki, yatay ağlar nereye kadar özerk

kalabilirler? Halk meclisleri, yerel direniş ağları, temsil krizine karşı haklı olarak patlak veren,

söz hakkı isteyen kurumlar, kapitalizmin köklü dönüşümü için yeterli midir? Nereye kadar

5Bkz. Manuel Castells, İsyan ve Umut Ağları: İnternet Çağında Toplumsal Hareketler (çev. Ebru Kılıç), Koç

Üniversitesi Yayınları, 2013, İstanbul.

6 Jerome E. Roos, "Otonomi: Vakti Gelmiş Bir Düşünce mi?", Çev: Akın Sarı, Praksis, Gezi Özel sayısı,

Ağustos 2013 s. 217-240.

5

toplumsal üretim ve toplumun yeniden üretimi üzerine köklü bir dönüşüm ihtiyacından uzak

durulabilir?

Yataylık, ağlara ve özerkliğe yapılan vurgu, başta anlattığımız bürokrasiden, "otorite"den ve

dayatmadan kurtulma çabasından ortaya çıkarken, yataylıktan çok anti-otoriter, hiyerarşi

karşıtı örgütlenmeler biçimindeydi. Ancak son çeyrek yüzyılda "ağlar, yataylık" biçimine

bürünürken geç kapitalizmin kültürel rüzgarının parlak bir özelliği olarak hakim olmaya

başladı. 1990'lardan beri yaşadığımız çeyrek yüzyılı belirler nitelikteydi. Hardt ve Negri'nin,

İmparatorluk ve sonraki eserlerinde belirttikleri görüşler de, direnişlerin çokluk olarak bir

arada, yataylıkla bağlı olmasını vurguluyordu. Ancak yakın zamanda sessizce süren kırılma

şöyledir: Bu yazarlar farklı konuşmalarında "yataylık" ve "lidersizlik" kavramlarının artık

tartışılması gerektiğini vurgulamaya başlamışlardır. Negri, Ocak 2015'te yaptığı söyleşide

şöyle söylüyor:

“son yıllarda bende bir sorun geliştiğini itiraf etmeliyim. 2011’deki mücadeleleri

değerlendirmem istendiğinde, yataylık – veya en azından 'illa ki yataylık' – meselesindeki

eleştirel notlarıma odaklanmaktan kendimi alamıyorum. Bunu eleştirmeliyim çünkü yatay

kendiliğindenliği kurumsal bir realiteye dönüştürmeyi haiz bir projenin veya siyasi gelişmenin

olmadığını düşünüyorum. Aksine, bu yola öyle ya da böyle yön verilmesi gerektiğini

düşünüyorum. Elbette ortak programlar temelinde aşağıdan yönetim; fakat bu yolda kendisini

kurma ve bu dönüşümü yönetme kabiliyetindeki bir örgütlü siyasi güce sahip olmanın önemini

daima akılda tutarak.”7

Hardt da 2015'te bir konferansta, benzer tartışmayı yürütmüş, yataylık kavramının tartışılması

ve sorgulanması gerektiğini, liderlik üzerine düşünmek gerektiğini belirtmiştir.8 Elbette ki,

“geleneksel partilere”, eski tip “liderliğe” yönelik eleştirilerini sürdürdüklerini belirtirken,

merkezsizliğe yönelik hoşnutsuzlukları, yataylığa yönelik belirsiz eleştirilerinden daha

belirgin durumdadır. Genel olarak son zamanlarda, yaklaşık çeyrek asırdır hakim olan

yataylık görüşü albenisini yitirmektedir, önde gelen düşünürleri hareketin yataylık

vurgusunun onu zayıflattığını tartışmaya başlamışlardır.

Öte yandan genişleyen ağlar ve toplumsal hareketlerin yerel mücadeleleri için özerklik

düşüncesi de eleştiri almaya başlamıştır. Yerli halkların ya da ulusların kendi kaderlerini tayin

etmeleri anlamında kuşkusuz ki haklı olan özerklik, direniş ağları, kolektifler, ortak yaşam

örgütlenmeleri için devletten, kapitalizmden özerklik anlamına geldiği andan itibaren, verili

mülkiyet ilişkilerine, üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin köklerine dokunmadığı sürece,

bunların ortaklaşa üretilmeleri üzerine düşünmediği sürece yalıtıklaşma, konfor alanı içinde

adacıklaşmaya evrilme tehlikesiyle yüzyüze kaldı. Oysa ki Dinerstein ve Böhm, geçmişten

gelen haklı bir eleştiriyi hatırlatalı çok olmamıştır.

7 ROAR kolektifinin 18 Ocak 2015 tarihli söyleşisi: https://dunyadanceviri.wordpress.com/2015/01/31/antonio-

negri-emegin-reddinden-iktidarin-ele-gecirilmesine/

8 New School, 5. Radikal Demokrasi Konferansı, 11 Nisan 2015, New York.

6

“Özerklik, kendi başına ele alındığında bir imkansızlık halidir. Kuramsal ve ilişkisel olarak

yalnız ve yalnız özerk olmaya uğraştığı şeyle belirlenir.”9

Bastırılanın geri dönmesidir yaşanan. Devleti ve sermayeyi bir ilişki olarak kavramayan bu

düşünce, devletten özerkliğini ilan etmek ile sermaye ve hiyerarşiden bağışık kılınacağını

düşünür. Elbette, hiyerarşiyi önlemek için aldığı önlemlerin önemli yönleri vardır ancak bir

ilişkiyi, çelişkinin ürettiği süreci ortadan kaldırmadığı sürece sadece sonuçları bastırmakla

kalır. Bastırılan geri döner. 1970'lerde "Yapısızlığın tiranlığı"10

olarak çarpıcı biçimde

vurgulanan, hiyerarşisiz süreçlerin sert ve örtülü hiyerarşiler yaratabileceği sonucu bu

bastırılanın geri dönüşlerinden biridir.

Halbuki, yerel, tabandan gelen hareketlerin özörgütlenme ve özyönetim deneyimlerinin

zenginliğini tartışmak ve yeni ağ teknolojileri, yeni sınıf bileşimleri ve toplumsal üretimin

yeni örgütlenişi karşısında nasıl yeni biçimler ve iletişim, ilişki ağları belirleyebileceği

üzerine düşünmek hala önemlidir. Bu yönüyle düşünüldüğünde, hiyerarşi oluşumuna karşı

katılım biçimleri üzerine tartışmak, özörgütlenmenin etkinleştirilmesini, süreklileştirilmesini

sağlamak, gündelik yaşamın örgütlenmesini tepeden değil içeriden yapmak, özgüçlenmenin,

duyguların, yeni üretim ve üleşim biçimlerinin düşünülmesi eşsiz önemdedir ve bu

tartışmalardan dersler çıkarılmalıdır. Ancak sadece kendinden menkul tılsımı olan bir

yataylık, hiyerarşisizlik kavramı içinde tartışmaktansa, hiyerarşi ve devlet merkezi ile gerçek

biçimde yüzleşerek, geleceğin sınıfsız, hiyerarşisiz, ataerkisiz toplumuna yönelik geçişi

tartışmak gereklidir.

Otonomi, Özerklik

Bu bölümde, sadece Otonomist hareketten doğduğu biçimiyle otonomi, özerklik kavramlarına

dair bir değinmede bulunacağız. Ulusal hareketlerin, yerlilerin kendi kaderlerini tayin

hakkında ifade bulan özerklik, kapitalist üretim ilişkilerinden muaf olduğunu iddia ettiği

ölçüde bu tartışmanın içine girebilir.

Otonomi kavramının işçi sınıfı hareketi içine girmesinde uzun incelenmesi gereken en önemli

örnek, İtalyan işçi hareketidir.11

İtalya, dünyada devrim ve toplumsal dönüşümler dalgası

dolaşırken, 1917'den sonra işçi hareketinin yükseldiği ve örgütsel politik hatalar yüzünden en

ağır yenilgilerden birini (İlki Almanya olsa gerek) aldığı ülkedir. Ağır yenilgi, faşizmi

getirmiştir. Faşizmin yenilmesinin ardından 1950'lerde, II. Dünya Savaşı sonrası pek çok

ülkede olduğu gibi, İtalyan Komünist Partisi de demokrasi ve ekonominin yeniden inşasında,

muhalif görünümünü korurken, sermaye ile birlikte davranmıştır. Planlama ve verimliliğin

9 S. Böhm ve Ana Dinerstein , “Özerkliğin Olana(ksızlı)ğı: Sermayenin, Devletin ve Kalkınmanın içinde ve

ötesinde Toplumsal hareketler, (Im)possibilities of autonomy: Social movements in and beyond capital, the state

and development. Social Movement Studies, 2008, 9: 17-32.

10 Jo Freedman, "Yapısızlığın Tiranlığı (The Tyranny of Structurelessness)" Berkeley Journal of Sociology,

17(1); 1972, 151-165.

11

Steve Wright'ın kitabı, bu önemli deneyimin tarihini aktarmaktadır. Yazıda bu kaynaktan geniş biçimde

yararlanılmıştır.

7

artışı, ücretlerin yükselmesi için gerekli görülerek, işçiler ve sendikalar içinde savunulmuş,

sermayenin sınıfsal saldırılarına karşı bağımsız bir politika izlenememiştir. İKP, zaman zaman

hükümette de yer almış, İtalyan işçi hareketi içinde etkisini bu uzlaşmacı politikalarda

kullanmıştır.

Bu dönemde İKP ve sosyalist hareket içinden ayrılan eylemciler, tümüyle umutlarını

yitirmeden İKP'yi, sendikaları eleştirmişlerdir. Panzieri, bu dönemde teknolojiyi, sınıfsız ve

rasyonel bir gelişme gibi gören teknolojik belirlenimciliği eleştirmiştir. Verimlilik çılgınlığına

kapılma, teknolojik gelişmeyi üretici güçlerin gelişimi olarak görüp sınıfsızlaştırma

eğilimlerini erken dönemde eleştirmişlerdir. Tronti'nin nispi artı değer üretimi ve teknolojinin

sınıfsal gelişimi ile birlikte fabrika dışına yayılan işçilik ilişkilerini incelemesi, bu dönemde

gerçekleşmiştir. Bir bütün olarak İtalyan İşçi hareketi içinde İşçici (Operaismo) hareket, solun

kalkınmacı bakışına sert ve güçlü eleştiriler yöneltmiştir.

Hakim sosyolojik disiplinlerden ayrılarak, çok önemli işçi araştırmaları bizzat işçiler,

sosyalistler ve aydınlar tarafından yürütülmüş, işçi sınıfının değişen yapısı, politik amaçlarla

araştırılmıştır.

İtalyan Komünist Partisi'nin sınıf uzlaşmacı tutumu, verimliliği öne çıkartan tutumu ve işçi

sınıfı hareketinin üzerine çöreklenen bürokratik resmi sol anlayışı işçi hareketinin özellikle

militan kesimleri içerisinde sadece devletten değil, devlet ile sınıf uzlaşmacı bir ilişki içinde

bulunan bu kesimlerden de uzak olma ihtiyacını doğurmuştur.

İşte otonomi, bu koşullar altında sadece sermayeden değil, devletten ve resmi komünist

siyasetten, onun etkisindeki sendika bürokrasisinden özerk olma içinde bir tepki olarak

doğmuştur. Bu haklı bir tepkidir ancak yeterli değildir. İşçi sınıfının ve gençlerin yer yer

direngen kesimlerini barındıran bu hareket, kapitalizmden ve resmi sol hareketten uzak kalma

sürecinde ortaklaşsa da, pek çok tartışma, farklı eğilimi barındırır. Gelişimi elbette ki

pürüzsüz değildir, Panzieri, Tronti, Bologna, Negri, Pisa Üniversitesi sosyalistleri farklı

zamanlarda, sınıfın bileşimi, emeğin reddi, değer kuramı konusunda farklı tutumlar

almışlardır.

Örneğin, büyük fabrikalardaki grevler sırasında ve işsizler arasında ortaya kısmi de olsa çıkan

işin reddi ya da sabotaj eğilimleri, kimi zaman süreklileştirilerek bir kuram haline

getirildiğinde tartışmalar ortaya çıkmıştır.

1974‟te otonomi hareketinin kendi içinde de temel gerilim, işi reddedenler ile sınıf bilincinin

gelişiminin ve insan potansiyelinin emek deneyiminden ayrılamaz olduğunu savunanlar (Alfa

Romeo Otonom Meclisi) arasındaki ayrım bunlara örnektir.12

1970'ler artık İKP ve sendika bürokrasisinden ümidin kesildiği yıllar iken, hareketin yenilgisi

de yaklaşır. İtalyan burjuvazisi, Gladyo'dan, ekonomik ve siyasal krizden yararlanarak,

muhalefeti bastırır. 1970'lerde Grundrisse üzerine yürütülen tartışmalar çok önemlidir ve

önemli gelişim uçları sağlar ancak yenilgi ve siyasal zor, yeniden üretimi farklı bir yöne

evriltir.

12

Steve Wright, a.g.e s. 197.

8

Hareketin bir kısmı, Negri ile birlikte değer kuramının geçersizleştiğini söyleyerek, eski dili

reddeder ve temel paradigma değişimine yönelir. Değer kuramının geçersizleşmesi, sömürü

ile ücretli emek arasındaki ilişkiyi koparır ya da raslantısallaştırır, ileride sınıf yerine farklı

mücadelelerin çokluğun gireceği zemin burasıdır.

Negri‟ye göre bellek artık kapitalist tahakküm mantığının tamamlayıcı bir uğrağı olarak

anlaşılmalıdır.

“Çağdaş metropolitan öznenin sınıfsal bileşiminin hafızası yoktur; çünkü işi yoktur, çünkü

komuta edilen emeği, diyalektik emeği istemiyor. Hafızası yoktur, çünkü sadece emek

porletarya için geçmiş tarihle bir ilişki inşa edebilir. Diyalektiği yoktur, çünkü sadece hafıza

ve emek diyalektiği oluşturabilir.... proleter hafıza ancak geçmiş yabancılaşmanın hafızasıdır.

1968’ın ve onu takip eden on yılın mevcut hafızası şimdi mezar kazıcısının hafızasıdır.... Zürih

gençliinin, Napoli proleterlerinin ve Gdansk işçilerinin hafızaya ihtiyacı yoktur. .. Komünist

geçiş, hafızanın yokluğudur.”13

Artık emek sermaye ilişkisinin merkezi önemi kalkmıştır, farklı mücadeleler rizomatik olarak

gelişirler ve aralarında yatay ilişkiler, bağlar gelişir. Deleuze ve Guattari, şöyle tarif eder.

"[İktidarın politikalarına karşı farklı mücadelelerde] eylemciler, devletin mekansal olarak

sınırlı hiyerarşik statik güç politikalarına karşı, mekandan azade ve rizomatik ağların hayli

esnek gücünden oluşan kendiliğinden eylemle karşı koyuyorlar."14

Otonomi, özerklik, bir bütün olarak sermaye ilişkisini hedeflemeyi, İtalyan işçi hareketindeki

bu temel tartışmayla kesmiş, mücadelelerin çokluğuna geçmiştir. Değer kuramının

geçersizleştirilmesi, bir bütün olarak kapitalist üretimin merkezindeki sermaye emek ilişkisini

göz ardı etmeyi getirmiştir. Metaların çeşitliliği gibi, maddi olmayan emek, duygulanımsal

emek, bunların farklılığı, ölçülemezliği eleştiri olarak getirilmiştir. Oysa bütün dünya

üzerinde sömürü ilişkisi sonucunda, tüm bu farklılıklar havuzunun ortasında bir değirmen, tek

tipleşmeyi üretmektedir. Farklı görünümlerin albenili dünyası kazındığında hemen ortaya

çıkıverecek bir öğütme ilişkisi. Bunu tarif etmek için metalar dünyasının o çeşitli, çok farklı,

renkliliğinin altında metalaşma, meta üretiminin tek tip yapısını işaret etmek gerekiyor.

Genelleşmiş meta üretiminin iki yönlü yıkıcılığını yeniden hatırlayalım.

Meta üretim süreci bitimsiz biçimde herşeyi metalaştırıyor. Doğa, su, doğal alan ve araziler,

barınma mekanları, kamusal alanlar vs.

Ama aynı zamanda genelleşme denmesinin esas nedeni emeğin bir meta haline gelmesi, yani

emek gücünün meta olması. İşte bu alanlardaki temel metalaşma sürecinin çok yönlü yıkıcı

etkilerine de dikkat etmek gerekiyor. Emeğin nitelikleri kendisinden soğrularak, vasıfları meta

haline getiriliyor. Üstelik somut emek biçimlerine karşı kayıtsız biçimde. Emeğin

duygulanımsal mı yoksa zihinsel mi olduğuna bakılmadan hepsi değer kuramının, ya da

kapitalist üretim sürecinin değirmeninde öğütülüyorlar. Bu emeğin ataerki ilişkisini üreten

olması ya da bedenleri biçimlendirme, yönlendirmede kullanılması değer yaratma sürecinin

13

Aktaran Steve Wright, a.g.e. s. 215. 14

Deleuze ve Guattari'den aktaran Roos, a.g.m.

9

kayıtsız olduğu, ataerkil kapitalist üretimin yönettiği bir süreç. Bu süreç değer kuramını

devreden çıkarmıyor. Değer kuramının devrede olması ise sınıfın yeniden üretimini, çeşitliliği

içinde yaratan temel mekanizma olarak sağlıyor.

Rizomatik mücadeleler, kendiliğinden beliren mücadeleler olarak tarif edilmektedir,

merkezleri yoktur. Köksap gibi oldukları yerden gelişirler. Ancak, kapitalist üretim ilişkisi

dünya üzerinde sınıflı toplumu ürettikçe, tepkiler de bu toplumu merkeze alır, bu koşullarda

özerk hareketler, sermayeden özerk oldukları oranda ve bunu süreklileştirebildiklerinde, bir

bütün olarak üretim ilişkilerini hedefe almak zorunda kalırlar. Ataerkiye karşı ilişkiler dışında

sınıf ilişkilerini karşısına alan özerk bir yönetim ve üretim sistemi tam da bu nedenle,

yataylıkla sınırlanamaz, diğer mücadelelerle merkezileşme eğiliminden kaçınamaz.

Anlatmaya çalıştığımıza, bir düşünce deneyinde örnek verelim. Doğrudan demokrasiyi

ayakları üzerine oturtan bir otonomi, kaynakları, üretim araçlarının kullanımını ve sahipliğini

dert etmek zorundadır. Artığın ve kaynak kullanımının bir grubun elinde güç olmaması

gerekir ki, gerçekten doğrudan demokrasi eşit söz ve katılım hakkı, karar hakkı doğsun.

Dahası, sınıflaşma ve hiyerarşi yaşanmasın. Bu aynı zamanda sermayeden özerk olmayı da

sağlar, böylelikle özerklik, otonomi kavramının gerçek anlamı oluşur.

Böyle bir özerk, otonom grubun ya da komünün kendi alanında ürettiklerini paylaşması, kendi

yaşam koşullarını belirlemesi önemlidir ve büyük bir zenginliktir. Ancak otonomi kavramının

sınırları burada ortaya çıkar, tek bir adada komünist ütopyanın sınırlı olması gibi, bir bütün

olarak üretim ilişkisine dokunmadan yaşayan özerklik, zamanla yalıtıklaşır, kayıtsızlaşır.

Sadece özerk olmak yetmemektedir. böylesi düşünce deneyinde diğer komünlerin, dayanışma

ekonomilerinin üretimleri salt değişime konu değildir; aynı zamanda bir bütün olarak toplum

için üretilmesi gerekenlerden de sorumluluk alınmak zorundadır. Ekolojik üretim, enerji,

teknoloji, farklı becerilerin üretimi ve daha pek çok şey. Yerel ekonomi yalıtıklığı

düşünülmüyorsa (ki bu bugünkü koşullarda hiç olanaklı değildir) komünler arası iletişim

organlarından öte, karar alma, katılım organları oluşturulmalıdır. Elbette ki yeni ağ

teknolojileri bu karar alma işlevini önemli oranda üstlenirler, ancak zaten özerk olacak

birimleri bağlayan ağ, salt teknoloji olmamalıdır. Toplumsal ilişki olmalıdır. Burada özerklik

bir sıfattır ve kaçınılmazca gereklidir, ancak bütünün kendisi değildir.

Bütün bunlar olduğu takdirde, bunun adı özerklik değildir, komünizm ya da sınıfsız

toplumdur. Ancak otonomi tartışması, buna tabandan, katılımla, özörgütlenmelerle, duyguları,

başka tür paylaşım ve üretim ilişkilerini katma çabasıyla anlamlıdır; sınıfsız topluma dair

daha önceki tartışmaları değerli görmediği, bunlarla bellek ve eleştirel süreklilik bağı kurmak

istemediği oranda ise genel geçerleşir.

Burada yataylığın aşılması eğilimini düşünce deneyinde tartıştık. Ancak aynı zamanda

sermayeden özerk olmanın, kaçınma değil, o ilişkiyi ortadan kaldırma amacına yönelmesi

gerektiğini de vurguladık. Yataylığın kaçınılmazca birleşmesi, tamamen ortadan kalkması

değildir, aksine akışkan biçimde merkezileşmesi (merkezileşirken, ademi merkezileşmesi ve

bu diyalektiğin devinimli biçimde varolması) sözkonusu olabilir. Liderliğin, merkeziliğin,

komünde geri çağrılabilir temsilciler, rotasyon gibi dinamik ilişkilerle kastlaşmayan

biçimlerde denenmesi gibi...

10

Ancak elbette ki, tüm mücadeleler bir ve aynı değillerdir, mücadele eden temel toplumsal

dinamikler de öyle... Sınıf tüm toplumun üretiminde tek eksen değildir. Hatta toplumun

üretiminde sınıflar oluşmaz, toplumsal üretimde sınıflar oluşmaktadır. Toplumun üretimi ise,

ayrı bir eksen olarak ele alınmalıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi, bugünkü toplumun

üretimini, birbirine indirgenemeyen iki eksende almak yerinde olacaktır.15

Toplumun üretimi

ve toplumsal üretim iki ayrı merkezin çekimi etrafında devinen bir toplumu anlatır. Elips gibi,

iki ayrı merkezi olan kapalı eğri. İlk merkez toplumun üretimidir. Erkek, kadın, çocukların

aile formu ya da başka formlar içinde üretilmeleri, insan türü olarak ve toplum kurarak

yaşamalarını belirleyen temel üretici ilişkidir. Bu ilişki hep ataerkil olmamış, hep de verili aile

formları üzerinden gelişmemiştir. Ancak kapitalizmden öncesine dayanan ve bugün de

toplumun üretimine hakim olan ataerkil ilişkidir, bu ekseni yerinden oynatmak, ataerkil sistem

ile bir bütün olarak cinslerin, toplumsal cinsiyet rollerinin, çocuğun yetişmesinin, yaşlının

toplumsallaşarak gelişiminin, aile formlarının ve bunların yarattığı derin ve saklı tortu olan

psikanalitik tüm kalıntıların altüst edilebileceği bir üretim sisteminin, toplumun üretimi

üzerine düşünmek ve eylemek demektir.

İkinci merkez ise toplumsal üretimdir. Erkek, kadın ve çocuklar üretildikten sonra bunların

gereksinimlerin üretimi üzerinden birbiri ile üretim ilişkisine girmesini, bunun dolaysızca

toplumsallığını anlatır. Bu toplumsal üretim sisteminin bugünkü yordamı olan kapitalist

üretimin yerine sınıfsız bir toplumda yaşamın, yaşam gereklerinin ve üretim ilişkilerinin

üretilmesi üzerine düşünmek gerekiyor. Toplumun üretimi ve toplumsal üretim, gerçek

ekolojiyi oluşturmaktadır, doğa ile etkileşen insan türünü değil, doğanın organik bir bütünü

olarak, kendini ve parçası olduğu doğayı devindiren, kendisi de dönüşen insan ve toplumunun

gelişimini anlatmaktadır. Birbirine indirgenemeyen ancak birbirinin zemini olabilen bu iki

devinim merkezi bugün ataerkil sistem ve kapitalist üretim ile belirlenmektedir.

Bu iki eksenden özerk olmak ise, bu iki eksendeki sömürü ve eşitsizlik ilişkisini ortadan

kaldıracak eş zamanlı, birlikte mücadeleler ile olanaklıdır.

Çokluk, rizomatik mücadelelerin kendiliğinden boy vermesi anlayışı, çeşitliliklerine rağmen

bu mücadelelerin nasıl olup da bu iki eksene yöneldiklerini açıklayamaz. Zaten yataylığın

savunucuları tarafından sorgulanmaya başlaması da, tam da bu iki eksene yönelen

mücadelelerin, süreklileşememesi ve örgütlenememesi ile ilgilidir.

Bunlar değinmeler ve değinmeler, görülen eksiklikleri etraflıca ele alamıyorlar, sadece temel

bir noktaya ışık tutmaya, doğru soruyu sormaya çalışıyorlar.

Devletten özerklik, hiyerarşiden, geleneksel kurumlardan, piyasadan özerklik, üretim

ilişkilerinden ve sermayeden özerkliği güvence altına almıyor. Mülkiyet ilişkileri hedef

alınmadan, dönüştürülmeden ya da üretilenlerin nasıl üleşileceği üzerine etraflıca

düşünülmeden, özerklik sağlanamıyor.

15

Şurada belirtilmişti. Bkz. Özgür Narin, "Üreten Yönetirse: Karadeniz Bölgesinde İşçi Özyönetimlerinin

Tarihi", Değişen Karadenizi Anlamak, Der. E. Haspolat Yıldırım, D. Yıldırım, Phoenix Yay, 2016.


Recommended